24 Ağu 2010

Bir Aşkın Anatomisi...



Herkesin ayrı manalar yüklediği aşkın, günümüz karşılığını bulmak için pek çok kavramı, felsefeyi, görüşü ve hatta görmeyişi incelemek gerek sanırım… Aşk nedir sorusuna verilecek cevap sayısı dünya üzerinde yaşayan aklı baliğ olmuş kişi sayısına eşit, çünkü göreceli bir kavram olduğuna inanmak gerek...
Aşkın tanımının aklı baliğ bireyler kadar çok olmasına rağmen, aşk bilimi aşkın kavramlarını incelediklerinde ulaştıkları sonuç tam bir genelleme… Aşk insanın doğasının bir parçası kim ne derse desin… 
Evrim sürecimizde geliştirdiğimiz bir duygu aşk… İlk insanların sadece üreme ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri dişi/erkek bireye ihtiyaç duymalarının ardından insanoğlu yavaş yavaş sürüngen atalarından edindiği eşleşme yetisine bir anlam yükleme ihtiyacını duydu… Yerleşik hayata geçtikten sonra duyguların ön plana çıkması hiçte kaçınılmaz bir durumdu haliyle… Bu anlayışa eski modern atalarımızdan bize miras kaldığını söylemek hiçte yanlış olmaz…
Ancak sorunun başladığı yer modern atalarımızdan miras aldığımız “entelektüel birikime sahip, beyin yapısı ile eş olacak, kültürü, görgüsü, bilgisi yerinde birey ihtiyacı” düşüncesi… İşte günümüz aşklarının bunca özelliği taşıyamaması nedeniyle ilişkilerin ömrünün kısaldığı kanaatindeyim…
Her bir miras aldığımız duygunun, düşüncenin ihtiyaçlarını karşılama çabamız yüzünden eksik kalan bir şeyler olduğunu gördüğümüz an ilişkimizi sonlandırmaya yöneliyoruz…
Tabii heteroseksüel bir incelemenin sonuçları üzerinden giderek bunu söyleyebiliyorum… (Detaylı olarak aşık olma sürecini ve aşkın insan için ne ifade ettiğini merak ederseniz National Geographic Aşkın bilimi: Neden ve Nasıl Aşık Oluruz. belgeselini izlemenizi tavsiye ederim) Homoseksüel insanlar için aşk biraz daha farklı sayılabilir, homoseksüeller arasında ki aşk bu araştırmalar dahilinde olmadığı için üzerinde sadece fikir yürütebiliyorum…
 Aslında tanıdığım her gay hayatında bir düzenli ilişki, normal bir ilişki ihtiyacı duyduğunu belirtiyor… Gay’ler olarak buna ihtiyaç duyuyoruz evet… ama neyi başaramıyoruz bilmiyorum…  Sadakat unsurunu mu, beklentilerimizin çok olmasını mı, yoksa beraber olduğumuz kişinin vasıflarını çok çabuk tüketip başka heyecanlar peşinden koşmamızı mı saysak bu başarısızlığımızın nedeni olarak bilemiyorum…
Kendimi düşünerek cevaplama yoluna gidersem; sadakat unsuru uzun süre korumayı başarabildiğim bir şey değil… İlişkim sürecinde testosteron artışı yaşadığım an bir başkasına yanaşabiliyorum… Çünkü ortamımızda sex zor ulaşabileceğimiz bir şey değil… Hatta en kolay iş sanırım… Beklentilerimin çok olmasına gelirsek; evet beklentilerim çok…  Başka heyecanlar unsuru ise en etkeni… Hoşlandığınız insan ile beraber olmanıza rağmen cillop gibi çocukların olduğunu bilmek ve onları yatağa atabileceğiniz düşüncesi ister istemez içinizi kemiriyor…
Sevgilimin bu blogtan haberinin olmaması rahatlığı ile ne güzelde döküyorum içimi… Şuan bir ilişkinin içerisindeyim henüz 4 haftalık olmasına rağmen uzun yıllardır berabermişim gibi hissettiğim yegane insan ile birlikteyim… Aradığım tüm vasıflara sahip olması gözümü korkutmuyor değil… Onu kaybettiğimde yaşayacağım buhranları şimdiden hayal edebiliyorum… Bir yandan sadece ve sadece onunla olacağımı düşünüyorum hatta bunu ikimizde düşünüyoruz sürekli bir evlilik hayalindeyiz…  Nikahımızı nerede yapacağımızdan, davetli listesine, davetiyelere, pastaya, dekora varana kadar her bir ayrıntıyı konuşup kararlaştırdık… En büyük hayalim olan evliliğin yavaş yavaş yakınlaşmaya başladığını düşünmek gerçekten çok güzel heyecan katıyor bana amma velakin bir yandan da ya ondan daha iyisini bulursam, bulabilme şansım varsa düşüncesi beynimi kemirmiyor değil…
İşte en romantizm kokan ilişkilerde bile biz gayler olarak böyle sorunlar edinebiliyoruz kendimize…  Sorun ne bilmiyorum açlığımız mı, heyecan düşkünlüğümüz mü, farklı bedenlerde duygusuz bir sikiş düşkünlüğümüz mü nedir?
Sorun her ne olursa olsun, insanın duygusal bir ilişkiye ihtiyacı büyük derecede ortaya çıkıyor günden güne… Aşkı özlüyorsunuz, verdiği heyecanı özlüyorsunuz, elini tuttuğunuz kişinin gözlerine baktığınızda kalbinizde ki çırpınmaları özlüyorsunuz…
Son söz olarak: Seks gerçekten büyük bir ihtiyaç ama duygusuz bir hayat geçirmek çekilmez… Aşk unsurunu hayatımızdan eksik etmeden, laçkalaşmadan, tek eşlilik düşüncesine alışmaya çalışarak hayatın geri kalan kısmını geçirmek en mantıklısı olsa gerek…
PS: Ne yazık ki hala vajinaya bayılıyorum(!)

14 Ağu 2010

WELCOME THE CITY’S OF RAMADAN..


Ayların sultanı, müminlerin sabırsızlıkla beklediği mübarek ay Ramazan sonunda geldi kapıya dayandı… Bir ramazan ayına daha girmiş buluyoruz…

Yaz sıcaklarının en yoğun biçimde hissedildiği bu günlerde orucun O sunu dahi ağzıma almaya cesaretim yok iken; ağzıma almayı bırak düşünmeye dahi yeltenmiyorum… Lakin konumuz bu değil… Konumuz:


Müslümanlık dininin en önemli esaslarından biri olan “hoşgörü” kavramı…

Öncelikle hoşgörünün tanımını yaparak konuya giriş yapalım… Hoşgörü, kelime anlamıyla “karşı tarafın seçimlerine saygı göstermek, ama karşı tarafın seçimlerinin de özgürlüğünün kısıtlanmasına sebebiyet vermemesi gerekliliğini kontrol etmek… Durum böyle iken karşı her iki tarafında hak ve özgürlüklerini muhafaza etmesi gerekiyor…

Ancak Ramazan’ın gelmesiyle yaşanan sahurda davul olaylarının her ilde sıkıntı yaşattığı kesin… Oruca kalkmak için teknolojinin olmadığı dönemlerde bulunan bu mükemmel ötesi çözüm yönteminin, teknolojinin ebesini siktiğimiz günlerde hala yürürlükte olarak günümüz Ramazanlarının vazgeçilmezi halinde yaşatılması insanın kanına dokunmuyor değil…
Evet kanıma dokunuyor çünkü özgürlüklerimi kısıtlıyor… Ramazan’ın ilk günü geç bir saatte zar zor uykuya daldığım esnada büyük bir gürültü ile uyandırıldığım için yazıyorum bu yazıyı… Davulcunun kendini kaptırmış biçimde tokmağı köklediği davul ve yankı unsuru ile birlikte sesin kat be kat odamın camından kulak zarlarımı titretmesine şahit oldum… Korkuyla irkilip ne olduğunu anlamaya çalışırken uyku sersemi bir şekilde yataktan düştüm… İncinen bileğime mi yanayım yoksa uykumun olmasına mı? Yoksa bir müslümanın bir müslümana bunu yapıyor olmasına mı?

Evet, hoşgörü dini olan Müslümanlık yıllarca birçok kıtada herkese adil bir şekilde hüküm etmiş olabilir, Müslüman olmayan azınlıklara haklar tanımış ve onları korumuş kollamış olabilir… Ama günümüz Müslümanlığının bu kavramları koruyamadığının da bilincine varmamız gerekiyor diye düşünmeden edemiyorum…

Oruca kalkacak olanların alarmlarını kurup sessiz sedasız uyanıp yemeklerini yiyip oruçlarını tutmalarına elbette sözüm yok zira olamazda… Ama iş tutan ve tutmayan herkesi sahur vaktinde ayağa dikmek olacaksa böyle bir dinin esaslarına saygı duymayı uygun görmüyorum…

Oruç tutanların özgürlüklerini kısıtlamayan “oruç tutmayan” kesimin, kendi özgürlüklerinden taviz vermeleri gerçekten komik bir durum… Ki gecenin o saati yüksek gürültü ile ayağa dikilen birey yapacak bir şey bulamadığı gibi, uykuya tekrar dönmeyi de başaramıyor ne yazık ki…

Olay aslında basit gibi görünse de çok şeyi içinde barındırıyor bir bakıma… Hoşgörüsüz bir toplum olduğumuzu kabul edelim artık… Ötekileştirdiğimiz kesime hoşgörü gösteremiyoruz… Herkesin kendimiz gibi olmasını ve bizim gibi davranmasını davranmasa dahi o aşamaları bizimle birlikte yaşamasını istiyoruz…
Eşcinsel bireylerin toplum içinde hoşgörü görmemesinin sebebinin sosyo-kültürel bir toplum oluşumuz olduğunu söylemişti terapistim… Çok doğru… Oruç tutmak ve yemek yemek gibi insanın kendine has seçimlerine saygı duymayı başaramıyoruz… Davul kullanmasak da başka bir yol bulup ötekileştirmeye, rahatsız etmeye, empatiden uzaklaşmaya ve hoşgörü göstermemeyi seçiyoruz ister istemez…

Sorunların hepsinin dinden gelen kurallar bütünü yahut kabullenişmiş İslam kültürünün etkileri olduğunu elbette söylemek çok abez kaçar lakin onların etkilerinin büyük olduğunu da görmek gerek… Entelektüel derecede gelişememiş bir toplumun, eski çağların bağnazlıklarından kurtulması mümkün olmadığı için her zaman olduğu gibi yine aynı şeyi ağzımıza sakız etmemiz gerekiyor sanırım:

EĞİTİM ŞART…!! 

PS: Ramazan gelmiş olmasına rağmen hala vajinaya bayılıyorum(!)

6 Ağu 2010

Ailesel Deformasyon...



Dolunay zamanından korktuğum kadar hiçbir şeyden korkmuyorum… Dolunay zamanıysa her şeyi beklerim her şey olabilir…..

Yine bir dolunay zamanı kavgalar stres ve ÖSS olayları boğuşurken babamın nereleri yazıyorsun sorusu ile ortamın gerileceğini önceden kestirmem gerekiyordu… İstanbul diye verdiğim cevabı babamın beğenmemiş olmamasına şaşırmamalıydım… Birkaç gün öncesinde telefonumu anneme verip arkadaşım ile halamda kaldım ve bunun sonucu telefonum 2 gün ailemin elinde mahkum oldu… Ki böyle bir durumda kim olsa aynı şeyi yapar; içini çıkarana kadar karıştırır ve ne var ne yok her şeye bakar…
“Neden İstanbul?!” sorusu aslında imalı bir soruydu… Nedenini her ikimizde bildiğimiz halde; ben İstanbul’un imkanlarından, moda tasarım konusunda başkent olduğunu anlatmaya devam ettikçe, babamda beklediği cevabın ne zaman ağzımdan çıkacağını merak ediyordu… Ben onun istediği cevabı vermedikçe de ortam gerildikçe geriliyordu haliyle… Ve bu iletişimin sonucu kavga ve hüsran ile bitti… Babam hakaret sayılabilecek cümleler sarf etmeye başladı, ben de suskunluğumu koruyup ortamı terk ettim…

İlk başta evi terk etmeyi düşündüm, cümlelerini sindiremediğim için… Sonrası her derbederin tek dostu olan alkole başvurmaya karar verdim… Ne de olsa her bir hücremi uyuşturur isem sinir hücrelerim aralarında bağlantı kuramayacak ve beynim yorum yapamayacaktı…

Eve giderken 6 bira alıp, yürümeye koyuldum… Bir yandan biraları tüketirken dinleyeceğim parçaları düşünüyordum bir yandan da babamın sözlerini beynim resmen geviş getiriyordu… Aynı zamanda yolda yürüyen hoş çocukları kesiyordum… Bazen dua ediyor bazen de önüne bak deyip kendime kızıyordum… Dualarımın ne olduğunu söylememe gerek yok sanırım… (Allah’ım bu gördüğüm gay olsun bana dönsün seninim desin falan)

Eve girdiğim gibi kendimi sıkmışlığımdan kaynaklı olsa gerek, dış kapıyı kapattığım gibi resmen anırarak ağladım… Hayatımda ilk defa bu kadar ağladığım kesindi zaten… İçimi çeke çeke söve söve bağıra bağıra ağladım… 3 birayı fondip yaptıktan sonra artık bir şeyler dinleme ihtiyacımın arttığını fark ettim… Ne dinlemeliydim? Batsın bu dünya konseptime çok uygun görünüyordu ama daha önce hiç dinleme gereği duymadığım için arşivimde de yoktu… Kahretsin şarkılar bile bana küsmüş diyerek tekrar böğürmeye başladım… Sonrasında Güllü buldum onu dinledim… Ama baktım ki Güllü dinlerken babama kızamıyorum kendime kızamıyorum sadece ve sadece eski sevgilime kızıyorum… Ah dedim tam zamanı bu kızgınlıkla ara ağzına sıç…

Telefona yapıştım ve aradım… Söveceğim bağıracağım çağıracağım diyordum ya sesini duydum direkt eridim tek diyebildiğim “sesini duymak için aradım” oldu… 45 dakika kadar bir konuşma sonunda yine konuyu ilişkimize getirdim… Ve sonunda bana öyle bir cümle kurdu ki yıkıldım, hayat durdu, beynim uyuştu cümle değil harf bile çıkaramadım ağzımdan karşılık olarak… “BEN HİÇ AŞKI YAŞAMADIM”


Vay amına kodumun götvereni demek sen aşkı hiç yaşamadın ha!!! Demek benle o kadar mutluyken hep numara yaptın… Lan bana yapılır mı??! Diye bir sürü cümle sarf etmek istedim ama tek diyebildiğim “bunu öğrenmem iyi oldu kendine iyi bak” ve telefonu kapatıp böğürmeme, komşuların beynini sikmeye devam ettim… Bu sefer dert katsayım iki katına çıkmıştı… Bir yanda beynim babamın cümlelerinin gevişini getirirken bir yandan da duyduğum “ben hiç aşkı yaşamadım” cümlesi gevişleniyordu…

Napsam netsem diye düşünürken aklıma intihar etmek geldi… Evet ne makul bir fikirdi bu…! Nasılsa hayat bitmişti aşk yoktu babam ağzıma sıçmıştı… Aradım aradım amına kodumun evinde hiç mi hasta olup da bitirilmeyen ilaçlardan olmaz… İçmeye ilaç bulamadım iyi mi!! Sonrası çamaşır suyu içmeyi düşündüm… Ama normalde kokusuna tahammül edemiyorum ağzıma nasıl alacaktım ki… En iyisi burnumu tıkayıp bir dikişte bitirmeliydim, tıpkı küçükken nefret ettiğim şurupları annemin bana zorla içirdiği gibi… Yok olmaz dedim… İçimi yakar diye korktum, aslında içimi yakacağından değil öldürmeyip süründürür düşüncesine kapıldım… Ya sakat kalırsam kim bakar lan bana! Aşık olduğum adam bile aşkı yaşamadım diyorsa kim katlanır benim altıma yaptığım zamanlarda bana… Midem delinirse yemekte yiyemem hortumla beslerler beni dimi..!! Yok annem yok ben yaşıyım en iyisi nefes alarak intihar ediyim dedim…

Hala intihar etmeyi düşünüyor muyum: HAYIR… Değer mi lan benim gibi güzel benim gibi alımlı birinin o göt deliği kadar daracık mezara girmesine… Cenazem kalabalık olurdu ama tüm Manjam, Romeo, Love müdavimleri katılırdı eminim… Sonra birbirlerini ayartırdılar cenaze namazım sırasında falan bak şimdi töbe töbe…

Neyse kendime yeni bir intihar stili geliştirdim… Vajina ile bütünleşmek… 2 kızla yattım bu olay ardından… Vajina yaladım göğüslerini emdim, göğüs arasına boşaldım ve intiharıma mana kattım…

Neyse hala vajinaya bayılıyorum(!)

PS: Bu hala vajinaya bayılıyorum artık son bulacak… Şıtooowww şıtoowwww çok yakında…!!!!