Neyi nerde ne zaman yapacağımı bilemeden birşeyler yapmakla geçiyor hayat... Üniversiteye yerleşmem ile başlayan eğitim yolculuğunun ilk adımını atmış bulunuyorum da bu yolculuk beni ne kadar tatmin edecek onu bilmiyorum...
Hayat sürekli önüme birşeyler sunup birşeyleri geri çekiyor nedense... Herşeyi bir arada yapamayacağım gibi yapmak istediğim şeyleri de yapma fırsatı bulamıyorum...
Günler geçtikçe yaptığım şeylerin benliğime pek de değer katmadan sadece yapılmak için yapıldığını fark ediyorum ne yazık ki...
21 yaşına gelmiş bir birey olarak, geçirdiğim her günden biraz ders almaya çalışmam gerekirken ben hata birikimimi arttırıyorum sadece...
Aman canım kazık kadar heriflerde aynı şeyi yapmıyor mu yaee diyerek kendimi rahatlatmak isterdim ama onların hayatları beni ilgilendirmiyor ne yazık ki...
Keşke başkalarının hayatlarını kopyalayarak kendi hayatlarımızı update etme seçeneğimizi olsaydı... Keşkeler ile yaşamak hayatı yaşamamak anlamına geliyor biliyorum... O yüzden keşkelerimi hayatımdan çıkarmış bir biçimde gün geçirmeye çalışıyorum sadece...
Uzun zamandır yazı yazmadığımın farkında olarak sırf yazmak için yazdığımı gönül rahatlığı ile söyleyebilirim zira Eskişehir'deyim evim bomboş, arkadaşım yok ve tek başıma gün geçirmekten bunalmış durumdayım.. Belki de bu yazı ufak bir iç hesaplaşmadan öteye geçmeyecek ama yine de yazmak insanı rahatlatır mantığı ile devam etmeye çalışıyorum işte...
Her neyse Eskişehir güzel, çocuklar cillop gibi, ama herkes kimliğini kabul edememiş bir halde hayatını sürdürüyor... Ne acıdır ki hepsinde bir güvensizlik söz konusu... Cam açtığım insanların yüzlerini gizlemelerine sinir oluyorum... Ben yüzümü açıyorum adam karşımda göbek deliğine çevirmiş cami aval aval sohbet ediyoruz... Neyse yine de herşey güzel... Ama hala kimse ile sevişmedim... Şuan internet cafede bir yandan sevişebileceğim birini ararken bir yandan iç hesaplaşma yapıyorum komik mi evet komik... Salakça mı evet salakça... Her neyse...
Yazı yazmak için yazdığımı baştan söylemiştim şimdi yazıyı sonlandırma zamanı... Eskişehir'de ki hesap her yere uymaz nihaha hadi şimdi buna gülün... Kib bye...
Vajinaya Bayılıyorum(!)
16 Eyl 2010
24 Ağu 2010
Bir Aşkın Anatomisi...
Herkesin ayrı manalar yüklediği aşkın, günümüz karşılığını bulmak için pek çok kavramı, felsefeyi, görüşü ve hatta görmeyişi incelemek gerek sanırım… Aşk nedir sorusuna verilecek cevap sayısı dünya üzerinde yaşayan aklı baliğ olmuş kişi sayısına eşit, çünkü göreceli bir kavram olduğuna inanmak gerek...
Aşkın tanımının aklı baliğ bireyler kadar çok olmasına rağmen, aşk bilimi aşkın kavramlarını incelediklerinde ulaştıkları sonuç tam bir genelleme… Aşk insanın doğasının bir parçası kim ne derse desin…
Evrim sürecimizde geliştirdiğimiz bir duygu aşk… İlk insanların sadece üreme ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri dişi/erkek bireye ihtiyaç duymalarının ardından insanoğlu yavaş yavaş sürüngen atalarından edindiği eşleşme yetisine bir anlam yükleme ihtiyacını duydu… Yerleşik hayata geçtikten sonra duyguların ön plana çıkması hiçte kaçınılmaz bir durumdu haliyle… Bu anlayışa eski modern atalarımızdan bize miras kaldığını söylemek hiçte yanlış olmaz…
Ancak sorunun başladığı yer modern atalarımızdan miras aldığımız “entelektüel birikime sahip, beyin yapısı ile eş olacak, kültürü, görgüsü, bilgisi yerinde birey ihtiyacı” düşüncesi… İşte günümüz aşklarının bunca özelliği taşıyamaması nedeniyle ilişkilerin ömrünün kısaldığı kanaatindeyim…
Her bir miras aldığımız duygunun, düşüncenin ihtiyaçlarını karşılama çabamız yüzünden eksik kalan bir şeyler olduğunu gördüğümüz an ilişkimizi sonlandırmaya yöneliyoruz…
Tabii heteroseksüel bir incelemenin sonuçları üzerinden giderek bunu söyleyebiliyorum… (Detaylı olarak aşık olma sürecini ve aşkın insan için ne ifade ettiğini merak ederseniz National Geographic Aşkın bilimi: Neden ve Nasıl Aşık Oluruz. belgeselini izlemenizi tavsiye ederim) Homoseksüel insanlar için aşk biraz daha farklı sayılabilir, homoseksüeller arasında ki aşk bu araştırmalar dahilinde olmadığı için üzerinde sadece fikir yürütebiliyorum…
Aslında tanıdığım her gay hayatında bir düzenli ilişki, normal bir ilişki ihtiyacı duyduğunu belirtiyor… Gay’ler olarak buna ihtiyaç duyuyoruz evet… ama neyi başaramıyoruz bilmiyorum… Sadakat unsurunu mu, beklentilerimizin çok olmasını mı, yoksa beraber olduğumuz kişinin vasıflarını çok çabuk tüketip başka heyecanlar peşinden koşmamızı mı saysak bu başarısızlığımızın nedeni olarak bilemiyorum…
Kendimi düşünerek cevaplama yoluna gidersem; sadakat unsuru uzun süre korumayı başarabildiğim bir şey değil… İlişkim sürecinde testosteron artışı yaşadığım an bir başkasına yanaşabiliyorum… Çünkü ortamımızda sex zor ulaşabileceğimiz bir şey değil… Hatta en kolay iş sanırım… Beklentilerimin çok olmasına gelirsek; evet beklentilerim çok… Başka heyecanlar unsuru ise en etkeni… Hoşlandığınız insan ile beraber olmanıza rağmen cillop gibi çocukların olduğunu bilmek ve onları yatağa atabileceğiniz düşüncesi ister istemez içinizi kemiriyor…
Sevgilimin bu blogtan haberinin olmaması rahatlığı ile ne güzelde döküyorum içimi… Şuan bir ilişkinin içerisindeyim henüz 4 haftalık olmasına rağmen uzun yıllardır berabermişim gibi hissettiğim yegane insan ile birlikteyim… Aradığım tüm vasıflara sahip olması gözümü korkutmuyor değil… Onu kaybettiğimde yaşayacağım buhranları şimdiden hayal edebiliyorum… Bir yandan sadece ve sadece onunla olacağımı düşünüyorum hatta bunu ikimizde düşünüyoruz sürekli bir evlilik hayalindeyiz… Nikahımızı nerede yapacağımızdan, davetli listesine, davetiyelere, pastaya, dekora varana kadar her bir ayrıntıyı konuşup kararlaştırdık… En büyük hayalim olan evliliğin yavaş yavaş yakınlaşmaya başladığını düşünmek gerçekten çok güzel heyecan katıyor bana amma velakin bir yandan da ya ondan daha iyisini bulursam, bulabilme şansım varsa düşüncesi beynimi kemirmiyor değil…
İşte en romantizm kokan ilişkilerde bile biz gayler olarak böyle sorunlar edinebiliyoruz kendimize… Sorun ne bilmiyorum açlığımız mı, heyecan düşkünlüğümüz mü, farklı bedenlerde duygusuz bir sikiş düşkünlüğümüz mü nedir?
Sorun her ne olursa olsun, insanın duygusal bir ilişkiye ihtiyacı büyük derecede ortaya çıkıyor günden güne… Aşkı özlüyorsunuz, verdiği heyecanı özlüyorsunuz, elini tuttuğunuz kişinin gözlerine baktığınızda kalbinizde ki çırpınmaları özlüyorsunuz…
Son söz olarak: Seks gerçekten büyük bir ihtiyaç ama duygusuz bir hayat geçirmek çekilmez… Aşk unsurunu hayatımızdan eksik etmeden, laçkalaşmadan, tek eşlilik düşüncesine alışmaya çalışarak hayatın geri kalan kısmını geçirmek en mantıklısı olsa gerek…
PS: Ne yazık ki hala vajinaya bayılıyorum(!)
14 Ağu 2010
WELCOME THE CITY’S OF RAMADAN..
Ayların sultanı, müminlerin sabırsızlıkla beklediği mübarek ay Ramazan sonunda geldi kapıya dayandı… Bir ramazan ayına daha girmiş buluyoruz…
Yaz sıcaklarının en yoğun biçimde hissedildiği bu günlerde orucun O sunu dahi ağzıma almaya cesaretim yok iken; ağzıma almayı bırak düşünmeye dahi yeltenmiyorum… Lakin konumuz bu değil… Konumuz:
Müslümanlık dininin en önemli esaslarından biri olan “hoşgörü” kavramı…
Öncelikle hoşgörünün tanımını yaparak konuya giriş yapalım… Hoşgörü, kelime anlamıyla “karşı tarafın seçimlerine saygı göstermek, ama karşı tarafın seçimlerinin de özgürlüğünün kısıtlanmasına sebebiyet vermemesi gerekliliğini kontrol etmek… Durum böyle iken karşı her iki tarafında hak ve özgürlüklerini muhafaza etmesi gerekiyor…
Ancak Ramazan’ın gelmesiyle yaşanan sahurda davul olaylarının her ilde sıkıntı yaşattığı kesin… Oruca kalkmak için teknolojinin olmadığı dönemlerde bulunan bu mükemmel ötesi çözüm yönteminin, teknolojinin ebesini siktiğimiz günlerde hala yürürlükte olarak günümüz Ramazanlarının vazgeçilmezi halinde yaşatılması insanın kanına dokunmuyor değil…
Evet kanıma dokunuyor çünkü özgürlüklerimi kısıtlıyor… Ramazan’ın ilk günü geç bir saatte zar zor uykuya daldığım esnada büyük bir gürültü ile uyandırıldığım için yazıyorum bu yazıyı… Davulcunun kendini kaptırmış biçimde tokmağı köklediği davul ve yankı unsuru ile birlikte sesin kat be kat odamın camından kulak zarlarımı titretmesine şahit oldum… Korkuyla irkilip ne olduğunu anlamaya çalışırken uyku sersemi bir şekilde yataktan düştüm… İncinen bileğime mi yanayım yoksa uykumun olmasına mı? Yoksa bir müslümanın bir müslümana bunu yapıyor olmasına mı?
Evet, hoşgörü dini olan Müslümanlık yıllarca birçok kıtada herkese adil bir şekilde hüküm etmiş olabilir, Müslüman olmayan azınlıklara haklar tanımış ve onları korumuş kollamış olabilir… Ama günümüz Müslümanlığının bu kavramları koruyamadığının da bilincine varmamız gerekiyor diye düşünmeden edemiyorum…
Oruca kalkacak olanların alarmlarını kurup sessiz sedasız uyanıp yemeklerini yiyip oruçlarını tutmalarına elbette sözüm yok zira olamazda… Ama iş tutan ve tutmayan herkesi sahur vaktinde ayağa dikmek olacaksa böyle bir dinin esaslarına saygı duymayı uygun görmüyorum…
Oruç tutanların özgürlüklerini kısıtlamayan “oruç tutmayan” kesimin, kendi özgürlüklerinden taviz vermeleri gerçekten komik bir durum… Ki gecenin o saati yüksek gürültü ile ayağa dikilen birey yapacak bir şey bulamadığı gibi, uykuya tekrar dönmeyi de başaramıyor ne yazık ki…
Olay aslında basit gibi görünse de çok şeyi içinde barındırıyor bir bakıma… Hoşgörüsüz bir toplum olduğumuzu kabul edelim artık… Ötekileştirdiğimiz kesime hoşgörü gösteremiyoruz… Herkesin kendimiz gibi olmasını ve bizim gibi davranmasını davranmasa dahi o aşamaları bizimle birlikte yaşamasını istiyoruz…
Eşcinsel bireylerin toplum içinde hoşgörü görmemesinin sebebinin sosyo-kültürel bir toplum oluşumuz olduğunu söylemişti terapistim… Çok doğru… Oruç tutmak ve yemek yemek gibi insanın kendine has seçimlerine saygı duymayı başaramıyoruz… Davul kullanmasak da başka bir yol bulup ötekileştirmeye, rahatsız etmeye, empatiden uzaklaşmaya ve hoşgörü göstermemeyi seçiyoruz ister istemez…
Sorunların hepsinin dinden gelen kurallar bütünü yahut kabullenişmiş İslam kültürünün etkileri olduğunu elbette söylemek çok abez kaçar lakin onların etkilerinin büyük olduğunu da görmek gerek… Entelektüel derecede gelişememiş bir toplumun, eski çağların bağnazlıklarından kurtulması mümkün olmadığı için her zaman olduğu gibi yine aynı şeyi ağzımıza sakız etmemiz gerekiyor sanırım:
EĞİTİM ŞART…!!
PS: Ramazan gelmiş olmasına rağmen hala vajinaya bayılıyorum(!)
6 Ağu 2010
Ailesel Deformasyon...
Dolunay zamanından korktuğum kadar hiçbir şeyden korkmuyorum… Dolunay zamanıysa her şeyi beklerim her şey olabilir…..
Yine bir dolunay zamanı kavgalar stres ve ÖSS olayları boğuşurken babamın nereleri yazıyorsun sorusu ile ortamın gerileceğini önceden kestirmem gerekiyordu… İstanbul diye verdiğim cevabı babamın beğenmemiş olmamasına şaşırmamalıydım… Birkaç gün öncesinde telefonumu anneme verip arkadaşım ile halamda kaldım ve bunun sonucu telefonum 2 gün ailemin elinde mahkum oldu… Ki böyle bir durumda kim olsa aynı şeyi yapar; içini çıkarana kadar karıştırır ve ne var ne yok her şeye bakar…
“Neden İstanbul?!” sorusu aslında imalı bir soruydu… Nedenini her ikimizde bildiğimiz halde; ben İstanbul’un imkanlarından, moda tasarım konusunda başkent olduğunu anlatmaya devam ettikçe, babamda beklediği cevabın ne zaman ağzımdan çıkacağını merak ediyordu… Ben onun istediği cevabı vermedikçe de ortam gerildikçe geriliyordu haliyle… Ve bu iletişimin sonucu kavga ve hüsran ile bitti… Babam hakaret sayılabilecek cümleler sarf etmeye başladı, ben de suskunluğumu koruyup ortamı terk ettim…
İlk başta evi terk etmeyi düşündüm, cümlelerini sindiremediğim için… Sonrası her derbederin tek dostu olan alkole başvurmaya karar verdim… Ne de olsa her bir hücremi uyuşturur isem sinir hücrelerim aralarında bağlantı kuramayacak ve beynim yorum yapamayacaktı…
Eve giderken 6 bira alıp, yürümeye koyuldum… Bir yandan biraları tüketirken dinleyeceğim parçaları düşünüyordum bir yandan da babamın sözlerini beynim resmen geviş getiriyordu… Aynı zamanda yolda yürüyen hoş çocukları kesiyordum… Bazen dua ediyor bazen de önüne bak deyip kendime kızıyordum… Dualarımın ne olduğunu söylememe gerek yok sanırım… (Allah’ım bu gördüğüm gay olsun bana dönsün seninim desin falan)
Eve girdiğim gibi kendimi sıkmışlığımdan kaynaklı olsa gerek, dış kapıyı kapattığım gibi resmen anırarak ağladım… Hayatımda ilk defa bu kadar ağladığım kesindi zaten… İçimi çeke çeke söve söve bağıra bağıra ağladım… 3 birayı fondip yaptıktan sonra artık bir şeyler dinleme ihtiyacımın arttığını fark ettim… Ne dinlemeliydim? Batsın bu dünya konseptime çok uygun görünüyordu ama daha önce hiç dinleme gereği duymadığım için arşivimde de yoktu… Kahretsin şarkılar bile bana küsmüş diyerek tekrar böğürmeye başladım… Sonrasında Güllü buldum onu dinledim… Ama baktım ki Güllü dinlerken babama kızamıyorum kendime kızamıyorum sadece ve sadece eski sevgilime kızıyorum… Ah dedim tam zamanı bu kızgınlıkla ara ağzına sıç…
Telefona yapıştım ve aradım… Söveceğim bağıracağım çağıracağım diyordum ya sesini duydum direkt eridim tek diyebildiğim “sesini duymak için aradım” oldu… 45 dakika kadar bir konuşma sonunda yine konuyu ilişkimize getirdim… Ve sonunda bana öyle bir cümle kurdu ki yıkıldım, hayat durdu, beynim uyuştu cümle değil harf bile çıkaramadım ağzımdan karşılık olarak… “BEN HİÇ AŞKI YAŞAMADIM”
Vay amına kodumun götvereni demek sen aşkı hiç yaşamadın ha!!! Demek benle o kadar mutluyken hep numara yaptın… Lan bana yapılır mı??! Diye bir sürü cümle sarf etmek istedim ama tek diyebildiğim “bunu öğrenmem iyi oldu kendine iyi bak” ve telefonu kapatıp böğürmeme, komşuların beynini sikmeye devam ettim… Bu sefer dert katsayım iki katına çıkmıştı… Bir yanda beynim babamın cümlelerinin gevişini getirirken bir yandan da duyduğum “ben hiç aşkı yaşamadım” cümlesi gevişleniyordu…
Napsam netsem diye düşünürken aklıma intihar etmek geldi… Evet ne makul bir fikirdi bu…! Nasılsa hayat bitmişti aşk yoktu babam ağzıma sıçmıştı… Aradım aradım amına kodumun evinde hiç mi hasta olup da bitirilmeyen ilaçlardan olmaz… İçmeye ilaç bulamadım iyi mi!! Sonrası çamaşır suyu içmeyi düşündüm… Ama normalde kokusuna tahammül edemiyorum ağzıma nasıl alacaktım ki… En iyisi burnumu tıkayıp bir dikişte bitirmeliydim, tıpkı küçükken nefret ettiğim şurupları annemin bana zorla içirdiği gibi… Yok olmaz dedim… İçimi yakar diye korktum, aslında içimi yakacağından değil öldürmeyip süründürür düşüncesine kapıldım… Ya sakat kalırsam kim bakar lan bana! Aşık olduğum adam bile aşkı yaşamadım diyorsa kim katlanır benim altıma yaptığım zamanlarda bana… Midem delinirse yemekte yiyemem hortumla beslerler beni dimi..!! Yok annem yok ben yaşıyım en iyisi nefes alarak intihar ediyim dedim…
Hala intihar etmeyi düşünüyor muyum: HAYIR… Değer mi lan benim gibi güzel benim gibi alımlı birinin o göt deliği kadar daracık mezara girmesine… Cenazem kalabalık olurdu ama tüm Manjam, Romeo, Love müdavimleri katılırdı eminim… Sonra birbirlerini ayartırdılar cenaze namazım sırasında falan bak şimdi töbe töbe…
Neyse kendime yeni bir intihar stili geliştirdim… Vajina ile bütünleşmek… 2 kızla yattım bu olay ardından… Vajina yaladım göğüslerini emdim, göğüs arasına boşaldım ve intiharıma mana kattım…
Neyse hala vajinaya bayılıyorum(!)
PS: Bu hala vajinaya bayılıyorum artık son bulacak… Şıtooowww şıtoowwww çok yakında…!!!!
27 Tem 2010
İÇİMDEKİ DÜŞMAN: İÇ SES…!!!
Birkaç gündür arkadaşlarla aramızda geçen tek sohbet unsuru olmayı başarabilmiş “iç ses” kavramını ele almak istedim… 1 hafta kadardır bir yazı yazmadığım için saçmalamaktansa biraz olsun kalbur üstü bir konu olması daha iyi olur diye düşündüm…
Yaptığımız her şeyin ardında beynimizin komutlarının olduğunu biliyoruz. Beyin komut vermeden insanın eyleme geçmesi mümkün değil bilimsel olarak… Peki bir eylemi gerçekleştirirken bir yandan da beynin içinde öten o lanet sesin açıklaması ne diye düşünmeden edemedik…
Araştırma yapma gereği duymadık ama söylenecek çok sözümüz olduğu aşikardı… Kimisi bunu dini tabulara dayandırdı, kimisi alt benlik dedi… Her ikisine de karşı çıkmıyorum tabii ki… Öyle bir yetkide değilim çünkü hiçbir araştırma yapmadan yazıyorum… Araştırma yapmadığım için söylediklerimin şahsi fikrimden öte gitmeyeceği de bir o kadar aşikar… Bilimsel bir makale yazmıyoruz burada teyyyallam ya =)
Neyse iç sesin gerekliliğinin bilincinde bir toplum olduğumuza inanıyorum… İçinde ki sesi dinle diye telkinlerde bulunuyoruz her zaman… İç sese göre attığımız adımların hep bizi doğru yollara sevk ettiğini, her zaman mutlu olduğumuzu dile getiriyoruz… Kutsal bir misyon yüklüyoruz ona ve iç sesimizi dinlemeyi kendimize görev ediniyoruz.. İşte tüm olay tam da burada başlıyor…
BENİM İÇ SESİM HİÇ DOĞRU YOLU GÖSTERMİYOR...
Ne zaman iyiliksivari bir şey yapmaya kalksam içimde ki şeytanın fısıldamasını yahut karakter çatışmasında ki kötü karakterin sesini yahut alt benliğimde biriktirdiğim olumsuzlukların su üzerine çıkmasının etkilerine maruz kalıyorum…
Bu seslere sonsuz sayıda örnekler verebilirim:
*Annemin menekşelerini ıslamamı istediğinde: -Dök mınakodumun menekşelerinin dibine çamaşır suyunu… İçsinler kana kana… Ulan onların ilaçları gübreleri senin harçlığından kesiliyo… Aç oğlum gözünü yaeee bu kökten bacaksızlar çiçek verecek diye senin gül yüzün mü solsun haaa??
*Babam TV kumandasını uzatmamı istediğinde: -Sikicem tv kumandasını deyip vur yere ikiye bölünsün.. Nasılsa senin izlediğin programı izlemiyo bi türlü gidio hödük hödük belgesel izliyo oğlum… İki aslanın sikişmesini izliycek diye ona uşaklık etmek zorunda mısın lan…
*Bakkala giderken komşu bir şey isteyince: -Kapıcısısın sanki… Kocası ile bütün gece sikişirken seni uyutmazken kalk şimdi git ona ekmek al süt al yoğurt al… Besle kancığı ki akşama performansı artsın indirsin zemini üzerine mıcırığını çıkarsın senin… Lan amınakodumun salağı söyle lan ekmek alırım amma orgazm olurken anırmayın de karyolayı gıcırdatmayın de lan…
*Markette fiyatları karıştırıp “bunun fiyatı nedir” diye sorulduğunda: -Gözünü sikeyim baksana orda yazıyo elindekini oku sonra bak ordan yazanların arasından bul işte… Beynine kodumun reader mıyım lan ben adobe reader mıyım ???
*Alışverişte giyip beğenmediğim an satış danışmanının “bence çok yakıştı” demesi üzerine: - sana sordum mu yavşak??? Ben aynada kendimi görebiliyorum beğenmediysem vardır bir bildiğim… Sen sattığından prim alacaksın diye bu rezil şeyi üzerimde gezdireceğimi mi sanıyorsun dangalak???
Bunun gibi birçok örnekle sınırsızlaştırabileceğim iç manyağımın sesinin örnekleri ile dolu beynim… Bazen kendimden şüphe duymuyor değilim “yaee iki karakterli biriysem” diye… İç olumsuzluklar ve seslerden arınmanın yolunun yoga olduğunu okudum geçen bir mecmuada… Bugün başladım… Daha bacaklarıma şekle sokamasam da güneşi selamlayabiliyorum… “sunyata” isimli bir yoga parçasının da müdavimi oldum bir günde… Hemen İpad’ime attım her fırsatta dinliyorum… Daha pek bir şey yok gibi çünkü şehir içi serviste yanıma oturan adama resmen yumruk atasım geldi…. “Sarımsak yersin haaa sarımsak yersin haa” diyerek ağzına ağzına indirmek istedim yumruklarımı ama hemen “sunyata” açıp kendimi rahatlattım… Eve geldiğim gibi yoga yaptım yine…
Bakalım neler olacak göreceğiz… Tek temennim yoga ile iç sesimden kurtulmak… Zamanla olacak eminim… Neyse hala vajinaya bayılıyorum…(!)
Yaptığımız her şeyin ardında beynimizin komutlarının olduğunu biliyoruz. Beyin komut vermeden insanın eyleme geçmesi mümkün değil bilimsel olarak… Peki bir eylemi gerçekleştirirken bir yandan da beynin içinde öten o lanet sesin açıklaması ne diye düşünmeden edemedik…
Araştırma yapma gereği duymadık ama söylenecek çok sözümüz olduğu aşikardı… Kimisi bunu dini tabulara dayandırdı, kimisi alt benlik dedi… Her ikisine de karşı çıkmıyorum tabii ki… Öyle bir yetkide değilim çünkü hiçbir araştırma yapmadan yazıyorum… Araştırma yapmadığım için söylediklerimin şahsi fikrimden öte gitmeyeceği de bir o kadar aşikar… Bilimsel bir makale yazmıyoruz burada teyyyallam ya =)
Neyse iç sesin gerekliliğinin bilincinde bir toplum olduğumuza inanıyorum… İçinde ki sesi dinle diye telkinlerde bulunuyoruz her zaman… İç sese göre attığımız adımların hep bizi doğru yollara sevk ettiğini, her zaman mutlu olduğumuzu dile getiriyoruz… Kutsal bir misyon yüklüyoruz ona ve iç sesimizi dinlemeyi kendimize görev ediniyoruz.. İşte tüm olay tam da burada başlıyor…
BENİM İÇ SESİM HİÇ DOĞRU YOLU GÖSTERMİYOR...
Ne zaman iyiliksivari bir şey yapmaya kalksam içimde ki şeytanın fısıldamasını yahut karakter çatışmasında ki kötü karakterin sesini yahut alt benliğimde biriktirdiğim olumsuzlukların su üzerine çıkmasının etkilerine maruz kalıyorum…
Bu seslere sonsuz sayıda örnekler verebilirim:
*Annemin menekşelerini ıslamamı istediğinde: -Dök mınakodumun menekşelerinin dibine çamaşır suyunu… İçsinler kana kana… Ulan onların ilaçları gübreleri senin harçlığından kesiliyo… Aç oğlum gözünü yaeee bu kökten bacaksızlar çiçek verecek diye senin gül yüzün mü solsun haaa??
*Babam TV kumandasını uzatmamı istediğinde: -Sikicem tv kumandasını deyip vur yere ikiye bölünsün.. Nasılsa senin izlediğin programı izlemiyo bi türlü gidio hödük hödük belgesel izliyo oğlum… İki aslanın sikişmesini izliycek diye ona uşaklık etmek zorunda mısın lan…
*Bakkala giderken komşu bir şey isteyince: -Kapıcısısın sanki… Kocası ile bütün gece sikişirken seni uyutmazken kalk şimdi git ona ekmek al süt al yoğurt al… Besle kancığı ki akşama performansı artsın indirsin zemini üzerine mıcırığını çıkarsın senin… Lan amınakodumun salağı söyle lan ekmek alırım amma orgazm olurken anırmayın de karyolayı gıcırdatmayın de lan…
*Markette fiyatları karıştırıp “bunun fiyatı nedir” diye sorulduğunda: -Gözünü sikeyim baksana orda yazıyo elindekini oku sonra bak ordan yazanların arasından bul işte… Beynine kodumun reader mıyım lan ben adobe reader mıyım ???
*Alışverişte giyip beğenmediğim an satış danışmanının “bence çok yakıştı” demesi üzerine: - sana sordum mu yavşak??? Ben aynada kendimi görebiliyorum beğenmediysem vardır bir bildiğim… Sen sattığından prim alacaksın diye bu rezil şeyi üzerimde gezdireceğimi mi sanıyorsun dangalak???
Bunun gibi birçok örnekle sınırsızlaştırabileceğim iç manyağımın sesinin örnekleri ile dolu beynim… Bazen kendimden şüphe duymuyor değilim “yaee iki karakterli biriysem” diye… İç olumsuzluklar ve seslerden arınmanın yolunun yoga olduğunu okudum geçen bir mecmuada… Bugün başladım… Daha bacaklarıma şekle sokamasam da güneşi selamlayabiliyorum… “sunyata” isimli bir yoga parçasının da müdavimi oldum bir günde… Hemen İpad’ime attım her fırsatta dinliyorum… Daha pek bir şey yok gibi çünkü şehir içi serviste yanıma oturan adama resmen yumruk atasım geldi…. “Sarımsak yersin haaa sarımsak yersin haa” diyerek ağzına ağzına indirmek istedim yumruklarımı ama hemen “sunyata” açıp kendimi rahatlattım… Eve geldiğim gibi yoga yaptım yine…
Bakalım neler olacak göreceğiz… Tek temennim yoga ile iç sesimden kurtulmak… Zamanla olacak eminim… Neyse hala vajinaya bayılıyorum…(!)
14 Tem 2010
Villığğcccc taymmmm..!!
Ne zaman yağmur sonrası köye gitsem aynı duyguyu yaşıyorum… Buzul çağından çıkmış bir halkın yaşam güçlüğünü görüyorum sanki… Kendi kurdukları hayatlarının birer yansıması gibi yaptıkları her bina, ektikleri her çiçek…
Kendi kökenlerimin bulunduğu köyde de bulunuyor olsam kendimden çok uzak hissediyorum kendimi… Baktığım herşeyin bir anlamı olması gerekiyorken aslında hiçbir anlamı yok benim için…
Anne ve baba tarafım hala hayatta olmasına rağmen her iki taraflada aramda köprü kurulamayacak kadar büyük uçurumlar var… Nedenini bilmediğim birçok kin güdüyorum hepsine… İçten gülümseyemediğim insanlara sahte gülücük dağıtma oyununda pek başarılı değilim ama şuan yapmak zorundayım biliyorum… köyden yazıyorum bu yazıyı ve oyun hala devam ediyor…
Laptop ile yazı yazarken yanıma gelen kuzenlerimin yeni nesil olduklarını bildiğim için saçma sorular ile beni meşgul etmeyeceğini düşünüyordum ama yanılmışım… Köyün yeni nesili bile neolotik dönemden fırlamış gibi… Benim eski püskü laptopumu gördüklerinde bile çok tuhaf tepkiler veriyor olmalarına gerçekten üzüldüm… Onların yaşıtlarının her birinde İpod,laptop, ve bilimum toplu teknoloji aletleri olmasına rağmen onlar hala laptopu görmüş masum köylü ifadelerini sergiliyorlar…
Anneanneme laptopun televizyon olmadığını, işlerini yürütebildiğin bir tür elektronik cihaz olduğunu anlatma çalışmalarım gerçekten çok saçmaydı… Onun için bu bir televizyondu ve öyle kalacaktı.. Çünkü ilişkilendirebileceği başka hiçbirşey yoktu beyninde ne yazık ki… Ve bunun işlerini yürütebileceğin bir cihaz olduğunu duyduğunda “dükkan mı aldın” demesi herşeyi çok ama çok iyi bir şekilde özetliyordu… Ama yine de bir savaş vererek uzun uzun anlatmaya çalıştım… Açıklamamın sonunda anlayıp anlamadığını kontrol için sorduğum soruya verdiği cevap sadece “he televizyonun gelişmişi” oldu… Fazla söze gerek yok sanırım… Ama bir yandan bakınca anneannemde haklı.. Laptop, tvnin bir üst versiyonu…
Tavuklarını yumurtlamazlarsa keseceğini söyleyen anneannem ve hayvan sevgisini barındırdığına inanıp güvercin besleyen ve güvercinlerini yediği gerekçesiyle vurduğu kedileri ile akıllarda yer edinmiş dedemin teknoloji karşısında aldığı tutuma hayran kalarak ayrılacağım burdan eminim…
Her ne kadar sevmesemde az önce yanıma gelen kuzenlerime laptop’ımı kullanmayı gösterdim ve oyun oynamaları için oyun açtım… Ne kadar eğlendiklerine şahit olmak biraz olsun mutlu etmeye yetti beni…
Ve artık birşeyden daha eminim ki, Ferzan Özpetek’in filmlerinde gay torunlarına arka çıkan büyük anne ve büyük babam hiçbir zaman olmayacak… En yeni nesil bile beni anlamaya yetmeyecek… O yüzden akrabalarım beni hiçbir zaman gerçekten tanıyamayacak… Varsın tanımasınlar, zaten şu oynadığım rolde bile beni tanıyamamış oldukları pek aşikar…
Hoşça kalın sevgili düşünce düzeyi hiç gelişmeyen, dogmatik fikirler içinde boğulan, yeniliklerden bihaberlik kuşaktan kuşağa aktarılan köyüm ve insanları… Sizin sadece kirlenmemiş oksijeninizi ve yeşilliğin her tonunu barındırmanızı kıskanıyorum… Zor olsada sizi arada sırada hatırlıyor ve özlüyorum…
RTÜK SAYESİNDE KÜTÜKLEŞEN KAFALAR…!!!
Yemin ederim biliminsanları artık nasıl zırvalasalar bilemiyorlar… Lan disssskıvvvriiyy çanıl izliyorum belgeseller öyle eblek öyle eblek şeylerle dolu ki… Neymiş efendim solucanlara çok şey borçluymuşuz.. Dünyanın oluşmasında kazdıkları tortuların azot çıkarmasıyla karbondioksite dönüşmelerine sebeb vermişlerde bugün kullandığımız atmosferi yapmışlar… Ay amına koyıyım öle toprağı kazan atmosfer oluşturan 2 yaş çocuk pipisi kıvamında ki sümüksü hayvanın… Benim dedem kaç yıldır toprağı işleyen bir çiftçi o taşşamın kılı kadar hayvanın kazacağı toprağın bin katı toprağı kazıp duruyor ,bir atmosfer oluşturamadı kendine herhal ki kendisi solunum yetmezliği yaşıyo… Kalkmışlar solucan kazmışta atmosfer olmuş pehhhh…
Hadi atmosferi solucanlar yaptıı.. tamam eyvallah anlaştık… ama yok efendim bilmem ne türü keçilerin osuruğundan çıkan gazlar atmosfere ulaştığında küresel çapta bir etkilenmeye yol açacak zararlar verebiliyormuş olayıda ne diskavvvrriiiiğğğ çağğnıl yaaa… Höh ebemin böbrek taşından kolye yapıyım altın suyuna batırıyımda takıyım yani…!! Madem bu hayvanlar arası bir denge var birinin ağzıyla bedeniyle toprağı alt üst ederek oluşturduğu atmosferi bir diğer hayvan oğlu hayvan götüyle nasıl deliyor yahu…
Eğer bir keçi o ozonda delik açıyorsa ben geçen gece yaşadığım şehrin üstüne büyük bir delik açtım sayarım kendimi ve bununla gurur duyarım.. Götümle delebiliyorsam ağzına yüzüne kodumun atmosferini ohh ne ala mualla…
Bundan sonra götümüze filtre taktırmak farz oldu arkadaş… Madem gelecek nesiller diyoruz, madem küresel ısınma diyoruz o götün deliğine sahip çıkmak gerek… Saldığın gazlar ozonu deliyor işte ben demiyorum ahanda bilimadamları diyor…
Şimdi ben belgesel izlemekten vazgeçsem, kalksam gitsem bizim Türk kanallarını seyretsem diyorum… Evcilik oyununu izlerim o gözüne kaktığımın salak “kendi”si öyle bir konuşuyor ki salakça konuşuyor ama kız bir yandan filozofluk yapıyor beyler açın kendinizi… Yahut 4 Düğün 1 Balayı zırvasını seyrederim ohh misss gelinler tüm orospuluklarıyla “ayhhhhhhhhh onun duvağı duvaksa benim kocamın ki yarak, şimşir başa kel tarak” laflarını sarfederken bende “ohhhggğğğğ aferinn kız diline sağlık aşağılayın birbirinizi ohhh çekiştirrrrrrrrrrr annemmm helallll” diye kıçımı yırtıyımm… ya da yemekteyizi izliyim… yemek yemediklerinden beyinlerine gitmeyen vitamin ve mineraller yüzünden gelişememiş salakların yemek üzerinde fikir beyanlarını vakit öldürmek için kullanıyım… “ayy şekerim bu gül böreği böyle olmaz ki senin ki bildiğin gonca gül böreği” “ahh şekerimmmm ağğğğdağğğbı muağğğşerrrrette çatal bıçağın 45 derecelik açıyla kosinüsüne yakın olur ama bıçağı teğet geçer bir yandan da dik açıyla kaşığa domalır durur yağniii olmamış bu yerleşim” diye beni çileden çıkarmalarına tanık olıyım….
Ahh ahh yaz geldi ya tamam artık evinde kudurmakta olan ve işleri başından aşkın olmasına rağmen hala hiçbirşeye el atmayan bir genç olarak depresyona girer TV’ye sararsam olacağı bu… Hiçbir kanal paklamıyor beni en iyisi ben intihar edip Berat Tv’yi açıp kendi mevlitimi kendim yapıyım… Allaha çok şükür bu yayınımızda da denizlerin köpüğü kadar sevap kazandık inşaallllaaaah bir o kadar da reyting almışızdır… Haydi sevgili mümün kardeşlerim şu peygamber efendimizin ibriğinin sapını yapan mukaddes insan zülkaydıredtül şapşakiye hazretlerinin hayatını anlatan belgeseli de alın evinizde izleyin sevabınıza sevap katın ama beyninizin loblarının da amına koyun… Telefon numarası veriyorum bismillahhhhirrğ…
Noluyoruz lan amına kodumun şeytan icadının hiçbir güzel yanı yok mu be… Kumandasını siktiğimin kutusu bir güzel yayın göstermez mi… Herşey bu kadar basit, herşey benim yazılarım kadar gereksiz, herşey benim cümlelerimde ki küfürler gibi sıradan olmak zorunda mı… RÜTÜK nerde be… Rütük ne sikime yarıyo… ota boka ceza koyup 1945lerde çekilmiş saçma salak şeyleri kanallara yayınlatmayı, eşcinsellik temalı tüm yayınları toplum için zararlı müstehcen ve ahlaksız olarak nitelendirmeyi biliyorken bu kökünü kurutmaya and içebileceğim, yayın ve yapımda emeği geçen herkesi sikmek istediğim programları nasıl olurda denetlemez izlemez ve yayında tutma kararında ısrarcı olur… Türk halkını bu kadar beyinsiz yerine koymak, var olan 2 gram beyinlerinide bu zırvalıklar ile yok etmek için çaba göstermek neyin nesidir birader ya… Tıradişınıl yayın anlayışı ile donatılmış Tvlerimize uzun ömür, halkımıza da sabır diliyorum…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)